Pervin Buldan : Türkiye toplumunun gerçek bir barışa, gerçek bir demokrasiye ihtiyacı var

Pervin Buldan : Türkiye toplumunun gerçek bir barışa, gerçek bir demokrasiye ihtiyacı var

Ferhat Çelik – Naci Kaya

HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, Kürt sorununa bir seçim vaadi olarak yaklaşılmasını eleştirerek, “Kürt sorununu çözmek isteyenler İmralı’daki tecridi görmek zorundadır. Bu gerçekler görünmeden sorunun çözümü kolay olmayacaktır” dedi.

Türkiye’de siyaset gittikçe ısınıyor. 101 Aksaçlı’dan “Demokrasi İttifakı” çağrısı geldi, 404 Yurttaş da destek verdi. CHP Kurultayı’ndan sonra Kemal Kılıçdaroğlu, “Kürt sorununu çözme sözü” verdi. Ardından AKP’den kopan Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’ndan Kürt soruna dair mesajlar geldi. Tam da muhalefette “Kürt sorunu” ısınırken, Muharrem İnce’den “yeni parti” çıkışı ve Devlet Bahçeli’den Meral Akşener’e “Evine dön” çağrısı geldi. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, İnce’nin çıkışını ve Bahçeli’nin çağrısını “haklı” buldu. Tüm bu gelişmeler erken seçimin işareti olarak okundu. Bir yandan Kürt sorunu tekrardan gündeme getirilirken, İmralı’da süren tecride CPT raporunda yer verildi. Sınır içi ve ötesi askeri operasyonlar sürüyor. Kadınların direnişine çarpan İstanbul Sözleşmesi hala gündemin ilk sırasında. Sadece iç siyasette değil dış siyasette de sıcak gelişmeler yaşanıyor. Suriye, Irak, Libya derken Doğu Akdeniz-Ege hattı iyice gerildi. Tüm bu gelişmeleri 1 Haziran’da “Demokrasi Mücadelesi” başlatan Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Pervin Buldan ile konuştuk.
1 Haziran tarihinde startını verdiğiniz “Demokratik Mücadele Programı”nın iki aşaması sona erdi. 3’üncü aşamasını ise 19 Ağustos’ta başlatıyorsunuz. Bu kapsamda şimdiye kadar yaptığınız temaslarda açığa çıkan sonuç ne oldu? Toplumun talepleri nelerdi?
1 Haziran tarihinde iki Eş Genel Başkan olarak Türkiye toplumuna bir tutum belgesi açıkladık. Bu tutum belgesi hem halka hem de bu ülkeyi yönetenlere bir çağrıydı. Bu çağrı Türkiye’nin sorunları çerçevesinde bir araya gelmenin önemini ve kıymetini ifade etmek açısından önemliydi. Çünkü Türkiye toplumu, Türkiye’nin temel meseleleri üzerinden bir araya gelmek ve bir güç birliği oluşturmak gibi bir sorumluluğu üzerinde taşıyor. Bugün Türkiye’de toplumunun önünde duran fakat siyasetin çözmesi gereken yığınla sorun var. Adalet ve hukuktan başlayalım, kadın, gençlik, ekoloji meselesine kadar bütün bu meseleler toplumun önünde duran ve çözülmeyi bekleyen temel meselelerdir. O yüzden biz tutum belgemizle topluma “Bu temel meselelerde bir araya gelip sorunları çözme yönünde adımlar atmalıyız” çağrısı yaptık. Örneğin “Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var” dedik. Çünkü yeni bir anayasa yazılmadan şimdiki anayasayla Türkiye hiçbir sorunu çözemez ve bu sorunlar gittikçe katmerleşir ve siyaset bunun altında ezilir. Dolayısıyla biz sorunları 9 başlık altında temel gündemler olarak belirledik ve bu çağrıyı yaptık.
Bu tutum belgesiyle hükümete de bir mesajınız oldu mu?
Evet. Biz hükümete de bir çağrı yaptık ve bir mesaj verdik. Çünkü AKP iktidarı MHP bloğuyla son dönemlerde muhalefeti susturmak, sesini kesmek, toplumu boğmak, HDP’yi kriminalize etmek, itibarsız hale getirmek ve Türkiye toplumunu bir şekilde sindirmek üzerine bir yol ve yöntem izledi. Biz hükümetin bu saldırılarına karşı topluma bir güven vermeye çalıştık. Çünkü biz en zor dönemde, halkın pandemi süreciyle evine kapandığı, sokağa çıkmadığı bir dönemde iki koldan, Hakkari ve Edirne’den yürüyüş başlattık. Bu yürüyüş başlamadan önce çok büyük tartışmalara sebep oldu ve halkta bir heyecan yarattı. Bu yürüyüşün topluma nefes aldırdığını ve toplumun öncüsüz olmadığını HDP’nin bir şekilde topluma öncülük ettiğini bir kez daha gösterdik. 1 Haziran tutum belgemizle birlikte özellikle Hakkari ve Edirne yürüyüşlerinin toplumda yeni bir heyecan ve çıkış yarattığını, hükümetin bütün saldırılarına karşı halkın HDP’ye bir kez daha güven duyduğunu ve cesaret aldığını gördük. Gittiğimiz yerlerde insanlar, “HDP bu yürüyüşle birlikte topluma nefes aldırdı. O yüzden size minnettarız” dedi. Dikkat ederseniz bu yürüyüşle birlikte hukukçular Ankara’ya doğru yeni bir yürüyüş başlattı. HDP’nin burada topluma vermiş olduğu güvenin ve cesaretin önemli olduğunu düşünüyorum. Bizim yaptığımız bu çıkış sadece 1 Eylül’e kadar da değil, ondan sonra da devam edecek. Çünkü sorunlar iki-üç aşamada çözülebilecek, çözüme kavuşturulabilecek meseleler değil. Çok uzun soluklu ve uzun vadeli mücadele edilmesi gereken meselelerden bahsediyoruz.
Demokrasi mücadelenize açıkladığınız programın üçüncü aşamasından sonra da devam edeceğinizi ifade ediyorsunuz. Mücadelenizi üçüncü aşamadan sonra nasıl bir perspektifle sürdürmeyi düşünüyorsunuz?
1 Eylül’den sonra neleri yapacağımıza dair bir şey söyleyemem. Çünkü bütün bu kararları kurullarımızla birlikte alıyoruz. Her aşamayı biz zamanı gelince gerekli kurullarımızda tartışıyoruz, karara bağlıyoruz ve hayata geçiriyoruz. Bu birinci, ikinci ve üçüncü aşama için de böyleydi. Başta MYK’miz olmak üzere Kadın Meclisimizle, Parti Meclisimizle, Gençlik Meclisimizle ve bütün kurullarımızla bir araya gelip yapacaklarımızı planlıyoruz ve hayata geçiriyoruz. 1 Eylül’den sonraki süreci de yine bu kurullarımızla bir araya gelerek, neye ihtiyaç varsa ona göre bir planlama çıkaracağız. Tartışarak, halkımıza sorarak, halkımızın ihtiyaçlarına cevap olacak şekilde kararlarımızı alacağız. İl ve ilçe örgütlerimizi bu meseleler üzerinden bu aşamada halkla temasa geçiriyoruz. Sivil toplum örgütlerini mutlaka ziyaret edip görüş ve önerilerini alıyoruz. Yine HDK, DTK ve DBP’yle görüşüyoruz. Bütün bu kurullarımızla birlikte zamanı gelince yapacaklarımızı planlayıp hayata geçiriyoruz.
 1 Eylül Dünya Barış Günü dolaysıyla barış talebini yükselten “insan zinciri” eylemi yapma kararı aldınız. Gün dolaysıyla bugünkü savaş ortamında “barış” talebi için ne söylemek istersiniz?
1 Eylül Dünya Barış Günü’nde birçok yerde insan zincirleri oluşturacağız. Fakat bununla yetinmeyeceğiz. Birde hem Türkiye toplumuna hem de ülkeyi yönetenlere hitaben bir deklarasyon açıklayacağız. Özellikle savaş süreçlerinde barışı haykırmak, barışı talep etmek önemlidir, kıymetlidir. Parti olarak ilklerimizden bir tanesi de barışı savunmaktır. Tam da çatışmaların çok yoğun bir şekilde yaşandığı, Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’da yaşanan savaş gerçekliğine karşı Türkiye’de barışı istemek, barışı haykırmak, bunun siyasetini yapmak her siyasetçinin sorumluluğudur. Çünkü Türkiye toplumu, savaşlardan çok etkilenen ve mağdur olan bir toplumdur. Bütün bunlarla birlikte Türkiye başta olmak üzere bütün Ortadoğu’da bir barış sürecine ihtiyaç vardır. 1 Eylül bu anlamıyla önemlidir. Açıklayacağımız deklarasyonda elbette ki Türkiye kamuoyuna mesajlar vereceğiz; savaşlara karşı çıktığımızı, barışı hakim kılmak için bir güç birliğine ihtiyaç olduğunu, savaşa karşı çıkan ve barış isteyen herkesle el ele, yürek yüreğe bu mücadele içerisinde yer almanın önemli olduğunu ifade edeceğiz.
 “101 Aksaçlı” ve onları destekleyen “404 Yurttaş”, partinizin de önerdiği “Demokrasi İttifakı” çağrısı yaptı. Ancak siyaset dünyasında bu çok gündem olmadı. Öncelikle bu çağrıya muhalefetin sessizliğini konuşursak, neler söylersiniz?
Muhalefetin bu dönemde Demokrasi İttifakı’na sessiz kalmadığını düşünüyorum. Çünkü tabanda bir güç birliği var. Belki siyaseten çok üstten sözler kurulmuyor ama tabana indiğimiz zaman tüm siyasi partilerin tabanında bir Demokrasi İttifakı’nın kurulmuş olduğunu görebilirsiniz.
Demokrasi İttifakı önemli bir ittifaktır ve Türkiye’nin belki de ihtiyaç duyduğu en önemli meseledir. İttifak deyince ne yazık ki insanlar bunu seçim ittifakı olarak algılıyor. Muhalefet ve toplum böyle anlıyor. Oysa bizim ifade ettiğimiz ve yaptığımız çağrılar bir seçim ittifakıyla sınırlı değildir. Elbette seçim dönemlerinde oluşturulacak ittifaklar önemlidir, ki biz bunu yaşadık, gördük hayata geçirdik. Birçok yerde demokrasi ittifaklarıyla birlikte seçim ittifaklarını birleştirdik. Bununla birlikte nasıl kazanacağımızı ve kaybettireceğimizi de Türkiye toplumuna gösterdik. O yüzden şuan temel meselenin Demokrasi İttifakı olduğunu sürekli ifade ediyoruz. Muhalefetin bu dönemde Demokrasi İttifakı’na sessiz kalmadığını düşünüyorum. Çünkü tabanda bir güç birliği var. Belki siyaseten çok üstten sözler kurulmuyor ama tabana indiğimiz zaman tüm siyasi partilerin tabanında bir Demokrasi İttifakı’nın kurulmuş olduğunu görebilirsiniz. Önemli olan bunu hayata geçirmek ve siyasilerin buna öncülük yapmasıdır. Bu da biraz cesaret istiyor. Yani korkmadan, çekinmeden biraz daha cesaretli, biraz daha özgüvenli bütün siyasi partilerin ve öncülerinin cesaretli bir şekilde adım atması gerekir. Örneğin sokağa çıktığım zaman HDP’li olmayan insanların da bana sıcak ve sempatik bir şekilde baktıklarını ve yaklaştıklarını görebiliyorum. Bu ne anlama geliyor? Bu tabanda bir Demokrasi İttifakı’nın örülmüş olduğunu, hazır olduğunu ve hayata geçirilmiş olduğunu bizlere gösteriyor. Çekinmeden, kimseden korkmadan Türkiye’de siyaset yapan bütün partilerin, muhalefet partilerinin büyük bir cesaretle bir araya gelmesinin koşullarını yaratması gerekiyor. Tek sıkıntı budur.
 Muhalefet partilerinden son dönemde Kürt sorununa dair çıkışlar oldu. Kemal Kılıçdaroğlu “Kürt sorununu çözme sözü” verdi.  Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu da bazı mesajlar verdi. Tüm bu mesajları nasıl okuyorsunuz? 
Genelde Kürt sorununa yaklaşım seçim dönemlerinde başlar ve seçim dönemlerinde bir vaat olarak ortaya konur. Her dönem bu tür siyasetçiler vardı. Geçmiş dönemlerde de çok gördük. Herkes Kürt sorununun çözümüne dair rapor hazırlamaktan bahseder. Raporlara gerek yok. Rapor biziz. Rapor Kürt halkıdır. Hiç kimsenin oturup kağıt üzerinde rapor yazmasına ve bu rapor üzerinden bu sorunu çözmesine ihtiyaç yoktur. Kürt halkının kendisi, yıllardır yaşadığı acılar, üzerindeki baskılar, inkar, imha asimilasyon başlı başına birer rapordur. Bu sorunları raporlar üzerinden çözmeye çalışanların hepsinin tek tek çözüldüğünü gördük. Onların şuan esameleri bile okunmuyor. Aynı yöntemi denemek bu sorunu çözmeye ilaç değildir. Dolayısıyla bu sorunun çözümünde öncelikli olarak güvenlikçi politikalardan vazgeçilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de biraz cesaret ve bu sorunu gerçek anlamda tanımlamaya ihtiyaç vardır. Kürtlerin yaşadığı sorunlar ve sıkıntılar nedir? Kürtlerin ödemiş olduğu bedeller nedir? Bütün bunları siyasetçiler göz önüne alırsa sorun çözülür. Kürt sorununun muhatapları da bellidir. Bizler burada aracıyız. Bu görevi her zaman da yapmaya hazırız. Fakat bu sorunun belli muhatapları vardır. Bu muhataplar dikkate alınmadan, bu muhataplarla masaya oturmadan sorunun çözümü yoktur. Bu gerçekliği bütün siyasetçilerin görmesi gerektiğini düşünüyorum.
 Kürt sorununu dile getiren siyasetçilere ve Türkiye halkına bir şey söylemek isterseniz, ne dersiniz?
Bu meselenin çözümünde muhataplar mutlaka esas alınmalıdır. Muhataplar üzerinden bu sorunun çözülmesi gerekir. Evet, meselenin çözümünde Meclis elbette ki bir araçtır. Bizde başından beri Kürt sorununun TBMM’de kurulacak olan komisyonlarla birlikte çözülebileceğine olan inancımızı her zaman ifade ettik. Bugün de bunu söylüyoruz. Ancak bu sorunun muhatapları olmadan, muhatapları dikkate alınmadan çözülecek bir sorun değildir. Geçmişte barış ve müzakere sürecinde yer alan birisi olarak şunu ifade etmek istiyorum; kıymetli dönemler yaşadık. Bu sorunun çözümüne el atmak, sorunu dillendirmek bile insanlarda büyük bir heyecan uyandırıyor. Yapılan açıklamaları asla küçümsemiyorum, kıymetsiz bulmuyorum. Bu tür söylemler daha da çoğalmalı ve mutlaka bir el atılmalıdır. Artık sorunu ifade etmekten ziyade elleri taşın altına koyma zamanı olduğunu düşünüyorum. Taş üstüne taş konulmamalı, eller taşın altına konulmalı ki bu sorun bir an önce çözülsün.
  2013-15 yılları arasında sorunun çözümü belli bir noktaya kadar gelmişti. Fakat o dönem yaşanan gelişmelerle birlikte bu süreç iktidarın tabiriyle buzdolabına kaldırıldı. Sizlerin o dönemki çözüm önerileriyle bugünkü çözüm önerileri arasında bir fark var mı?
Çözüm önerileri arasında hiçbir dönem hiçbir fark yoktur. Farklılık bu soruna yaklaşım sorunudur. Bir dönem “Bu sorun çözülmelidir. Sorunun muhatapları bellidir” denildi ve iki-üç yıl boyunca bir süreç yaşandı. Bu süreç elbette ki kıymetliydi. Neden kıymetliydi? Çünkü bu süreçte ölümler yaşanmadı. İnsanlar geleceğine kıymetle bakmaya çalıştı ve bu umut insanlarda bir heyecan yarattı. Artık çocuklarının ölmesini, çocuklarının toprağın altına düşmesini görmeyecek anneler-babalar vardı. İnsanlar bunlardan büyük moral aldı. Fakat ne yazık ki bu sorun ya da mesele 3 yıl boyunca böyle gidip gelmesine rağmen sonunda belli çıkarlar doğrultusunda hükümetin “Süreci buzdolabına kaldırıyorum” açıklamasından sonra maalesef masa devrilmek zorunda kaldı. Biz bu süreçte üzerimize düşeni yaptığımıza inanıyoruz. 3 yıl boyunca heyet olarak İmralı Adası, Kandil’deki muhataplar ve hükümet arasında mekik dokuduk. Bundan iyi bir sonuç da çıkardığımızı düşünüyorum. Fakat bu süreç bittikten sonra ne yazık ki tekrardan yeni bir çatışma sürecine girildi. İnsanlar yaşamlarını yitirmeye, yeniden cezaevlerine girmeye başladı. Yasaklar, baskılar geldi, şiddet devam etti. Bütün bunlar Türkiye toplumunu ve geleceğini ciddi derecede etkiledi. Özcesi sorun elbette ki muhataplarıyla çözülmelidir.
 Çözüm önerileri arasında hiçbir dönem hiçbir fark yoktur. Farklılık bu soruna yaklaşım sorunudur. Bir dönem “Bu sorun çözülmelidir. Sorunun muhatapları bellidir” denildi ve iki-üç yıl boyunca bir süreç yaşandı. Bu süreç elbette ki kıymetliydi.
 Peki, ne yapılmalı?
Sorun yakıcı bir sorun ve gittikçe katmerleşen, devasa bir sorun haline gelmiştir. Bu mesele artık sadece Türkiye’nin meselesi değildir. Bir dünya meselesidir. Çünkü milyonlarca Kürt var, milyonlarca insanın bu sorundan etkilendiğini biliyoruz. Dolayısıyla HDP olarak sorunun çözümü için bir şeyler söylüyoruz. Sorunun çözümü için yeni bir anayasaya ihtiyaç var. Kürt halkının dilinin, kimliğinin, kültürünün garanti altına alınacağı ve insanların kendini özgüven içerisinde güvenli bir şekilde yaşayacağını ümit edeceği yeni bir anayasaya ihtiyaç var. Tabi ki sadece bununla sınırlı kalınmamalı. Şuan başta Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere belediye başkanlarımız, yöneticilerimiz, bize selam verenler, yanımıza gelenler, partimize gelen binlerce insan bugün haksız ve hukuksuz bir şekilde siyasi rehine olarak cezaevinde tutuluyor. Dolayısıyla bütün bunların çözümünde çok kapsamlı değişikliklere ihtiyaç var. Türkiye toplumunda büyük bir kırılganlık, öfke ve AKP hükümetine karşı büyük bir inançsızlık var. AKP hükümeti gittikçe kan kaybeden, gittikçe eriyen, oy kaybı yaşayan bir iktidar haline gelmiştir.
Neden? 
Çünkü bu sorunları çözmediği, katmerleştirdiği için. Dolayısıyla Türkiye’nin geleceği açısından elbette ki AKP’ye gidici gözüyle bakıyoruz. Ülkeyi yönetmeye talip olan bir partinin Eş Genel Başkanı olarak konuşuyorum. Türkiye toplumunu kurtarmak adına, kadınların ve gençlerin geleceği adına, bu sorunu çözmek adına bir değişim ve bir dönüşüme ihtiyaç var. Bunu da ne zaman gerçekleştirebiliriz? Elbette ki önümüze konulacak olan ilk sandıkta. Fakat bu sandığı beklemeye gerek yok. Bu sandık önümüze gelene kadar da bir güç birliğine, bir demokrasi birliğine ihtiyaç var. Kadınların, gençlerin birliğine ve ittifakına ihtiyaç var. Türkiye toplumunun bu gidişine karşı olan herkesin bir araya gelmesine ihtiyaç var.
CHP’nin Kürt sorunu çıkışı ve 101 Aksaçlı’nın çağrısından sonra Devlet Bahçeli, Meral Akşener’e “Eve dön” çağrısı yaptı, Muharrem İnce’den “yeni parti” mesajı geldi. Erdoğan tüm bunları “haklı” buldu. Tüm bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cumhur İttifakı’nda bir çatlak olduğunu düşünüyorum. Cumhur İttifakı başından beri sorunlu bir ittifaktı. Başından beri birbirini suçlayan, zaman zaman basın üzerinden, zaman zaman kulislerden aldığımız haberler bize hep şunu gösterdi; Cumhur İttifakı temel bir yapı üzerine kurulmuş bir ittifak değildir. Çünkü toplumun, kendi tabanının destek vermediği bir ittifaktır. Bütün kararların iki-üç kişi arasından alındığı bir ittifakın yaşama şansı zaten yoktur, çatlak vardır. Dolayısıyla kendilerine bir yöntem ve bir çıkış yolu arayan bir ittifaktan söz ediyoruz.
Oysa Millet İttifakı böyle değildir. Çok güçlü bir ayak üzerine kurulmuş bir ittifaktır. Dolayısıyla bu ittifakın daha da büyümesi ve çeperinin daha da genişlemesi gerektiğini düşünüyorum. Demokrasi Güç Birliği, Cumhur İttifakı’nı önemli ölçüde kaygılandırmakta ve gerçekten buna karşı yeni bir yol ve yöntem arama içine girmiştir. Demokrasi İttifakı’ndan büyük bir rahatsızlık duyuyorlar. Bütün çıkışların ana kaynağı budur. Yapılan çağrıların da kaynağı budur. Bütün bunları Demokrasi İttifakı’nı bitirmek, küçültmek dolayısıyla Demokrasi İttifakı’nı başarılı olmasını engellemek adına yapılan çıkışlar olarak değerlendiriyorum. Ama ne yaparlarsa yapsınlar tek adam rejimi bugün Türkiye sisteminde tutmamıştır. Dolayısıyla yaşama şansı yoktur. O yüzden yapılan çağrılar kendilerini tamamıyla ayakta tutmak, iktidarlarının sallanan ayağını sağlamlaştırmaya dönük çağrılar olarak değerlendiriyorum. Fakat bunun hiçbir gerçek yanı yok. Cumhur İttifakı başta olmak üzere tek adam rejiminin çöktüğünü ve önümüzdeki seçimlerde kaybedeceklerini Türkiye toplumuna müjdesini veriyorum. Cumhurbaşkanlığı sistemi önümüzdeki seçimlerde artık Türkiye’nin gündeminden düşecektir. Bunu herkes böyle bilmeli.
Cumhur İttifakı başta olmak üzere tek adam rejiminin çöktüğünü ve önümüzdeki seçimlerde kaybedeceklerini Türkiye toplumuna müjdesini veriyorum. Cumhurbaşkanlığı sistemi önümüzdeki seçimlerde artık Türkiye’nin gündeminden düşecektir. Bunu herkes böyle bilmeli.
 Bugünkü toplumsal, ekonomik ve siyasal gelişmeler kapsamında erken seçim bekliyor musunuz? Partiniz olası bir erken seçime hazır mı?
Bir erken seçimin Türkiye’nin kapısında olduğunu düşünmüyorum. O yüzden bütün siyasi partiler gibi biz de şimdiden seçim hazırlıklarını yapan ve tamamlamaya çalışan bir partiyiz. Her zaman için HDP seçime hazır bir partidir. Bu anlamda bütün kurullarımız epeydir bunu önüne koymuş, bunun üzerine yoğunlaşan, kafa yoran ve örgütlenmesini tamamlamaya çalışan, tabanını bu anlamda hazır hale getirmeye çalışan bir siyasi partiyiz. Yarın önümüze erken seçim ya da baskın seçim gelse, HDP her anlamda seçime hazırdır. 2021 yılında bir erken seçimin olacağını düşünüyorum. Çünkü Türkiye yönetilemiyor. Türkiye’yi yönetenler ülkeyi bir uçurum kenarına getirdiler. Bu uçurumdan düşmek üzere olan bir Türkiye gerçekliği var karşımızda. Sorun çok büyük. Dolayısıyla da bu ülke yönetilemediği için mutlaka erken seçim yapılmalıdır. Hatta bir istifa çağrısı da yapıyorum. Bu ülkeyi yönetenler, Türkiye’yi bu hale getirenler görevlerini bırakmalılar. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere ülkeyi yöneten AKP ve MHP bloğu içerisinde olanlar derhal istifa etmelidir. Çünkü Türkiye kan ağlıyor. Türkiye her anlamda kriz ve kaos yaşıyor. Ekonomik kriz bugün her kesimi vurmuştur. Esnaf iş yerine kilit vurmak zorunda kalmıştır. Bugün insanlar hastaneye gidemiyor, insanlar test yaptıramıyor. Hasta olan bir yurttaş hastaneye gittiği zaman bir ilaç bile verilmeden evine gönderiliyor. Bu pandemi sürecini bile eline yüzüne bulaştıran ve bu süreçte başarılı olamayan halk sağlığını öncelemeyen bir yönetim ve anlayış var. Bu anlamda Türkiye toplumu kaderine terk edilmiştir.
CPT, yakın zamanda İmralı’ya ilişkin raporunu açıkladı. CPT raporu oluşan kaygıları gidermek için yeterli mi? Sizler CPT raporunun nasıl değerlendiriyorsunuz?
CPT’nin raporu önemli. CPT bu raporu geç açıklamakla büyük bir hata yaptı. Çünkü CPT’nin görevi cezaevlerinde yaşanan sorunları gidip yerinde incelemek, incelemelerine ilişkin kamuoyunu bilgilendirmektir. Dolayısıyla raporu açıklamakla elbette ki önemli bir girişimde bulundu, fakat raporda bahsedilen sorunlar giderilmiş değil. Üzerinden epey bir zaman geçmiş. Halen İmralı Cezaevi’nde haksızlık, hukuksuzluk var. Başta Sayın Abdullah Öcalan olmak üzere oradaki tutuklular aileleri ve avukatlarıyla görüştürülmüyor. Telefon hakları yok ve üzerlerinde ağırlaştırılmış bir tecrit var. Burada mesele CPT’nin raporunu açıklaması ya da açıklamaması değildir. Tecrit Türkiye’nin geneline yayılmış bir meseledir. Sayın Öcalan başta olmak üzere Türkiye toplumu tecrit altındadır. Bugün İmralı Cezaevi’ne gidiş ve gelişler hükümetin keyfine göre gerçekleşen bir mesele haline gelmiştir. Türkiye toplumunun buna karşı çıkması lazım. Yani bir insan kendi ailesi ve avukatlarıyla görüşme yapamıyorsa, telefon hakkını kullanamıyorsa bu meseleyi Türkiye toplumu oturup düşünmek zorundadır ve buna karşı bir söz söylemek zorundadır. Bu mesele sadece HDP’nin meselesi olmamalıdır. Bu mesele sadece Pervin Buldan’ın meselesi olmamalıdır. Bu mesele Türkiye toplumunun tamamını ilgilendiren bir meseledir. Çünkü tecrit Sayın Öcalan şahsında Türkiye toplumunun tamamına uygulanmaktadır. Biz şunu çok iyi biliyoruz; bütün kriz ve kaosların sebebinin altında tecrit meselesi var.
 Bu kapsamda tecridi ele alırsak tecrit sadece Kürtleri mi ilgilendiriyor?
Ortadoğu’daki gelişmeler, Türkiye’nin demokratikleşme sorunu, Kürt sorunun demokratik yöntemlerle çözülmesi gibi sorunlar başta olmak üzere birçok konuda Sayın Öcalan çıkış yolları göstermiş ve rolünü oynayacağını ifade etmiştir. 2013-2015 yılları arasında oynadığı rol ve düşüncelerinin Türkiye kamuoyuna yansıması ve insanlar üzerindeki etkisi bilinmesine rağmen bugün Sayın Öcalan üzerindeki tecrit kabul edilemez bir durumdur. O yüzden tecride sadece HDP’nin değil, bugün “Kürt sorununu çözeceğim” diyen bütün partilerin yakından ilgilenmesi gereken bir konu olarak görüyorum. Şimdi “Kürt sorununu çözmeye adayım” diyeceksiniz fakat İmralı’daki tecridi görmezden geleceksiniz. Bu bir çelişkidir. Siz, İmralı Cezaevi’nde bu sorunun çözümünün muhatabı olan birini görmezden geleceksiniz, O’na uygulanan tecridi ifade etmeyeceksiniz ve kalkıp “Ben Kürt sorununu çözeceğim” diyeceksiniz. Buna Türkiye toplumu inanmaz. Buna sorunun muhatapları da inanmaz. Dolayısıyla tecrit meselesi üzerinde Kürt sorunun gerçekliğini görmek bütün siyasi partilerin görev ve sorumluluğudur. Önce Kürt sorununu çözmek isteyenler, tecridi görmek zorundadır. Kürt sorununu çözmek isteyenler tecridin kaldırılması için söz söylemek zorundadır. Bu mesele bu kadar basit ve araçsallaştırılacak bir meselede değildir. Dolayısıyla çözüme kavuşması gereken ve çözüm önerilerinin ortada olduğu bir meseleden bahsediyoruz. O yüzden bu gerçekler görünmeden sorunun çözümü de kolay olmayacaktır.
İmralı Cezaevi’nde bu sorunun çözümünün muhatabı olan birini görmezden geleceksiniz, O’na uygulanan tecridi ifade etmeyeceksiniz ve kalkıp “Ben Kürt sorununu çözeceğim” diyeceksiniz. Buna Türkiye toplumu inanmaz. Buna sorunun muhatapları da inanmaz.
 İmralı Heyeti üyesiyken birçok kez Abdullah Öcalan’la görüştünüz. İmralı kapılarının açık ve kapalı hallerine bakarak; siyasete ve topluma ne söylemek istersiniz? Arada nasıl bir fark var?
Aslında röportajın başından beri ifade ettiğim şey bu sorunun içerisinde saklı. Yani yaşanan sorunlar, engeller, baskılar, saldırılar bütün bunlar sorunun çözümsüzlüğünden kaynaklı sorunlar olarak ortaya çıkıyor. İnanın barış ve müzakere sürecindeki hava ve atmosfer gerçekten halkların geleceğe umutla bakması anlamında önemliydi. Fakat bugün insanlar geleceğine güvenle bakamıyor. Bugün sokağa çıkıp demokratik hakkını kullanmak isteyenler, sosyal medyayı özgür kullanmak isteyen başta gençler olmak üzere kadınlar, herkes barış ve müzakere süreci ile bugünkü süreci bir kıyaslamalı. O dönem yaşananlarla bu dönem yaşananları göz önünden geçirilmeli. O dönemde Sayın Öcalan’ın görüşlerinin Türkiye toplumuna yansıması ile şimdiki süreç arasındaki farkı insanlar analiz etmeli. Evet, o dönem gerçek anlamda bir barış havası vardı. Fakat bu dönem gerçek anlamda bir saldırı, inkar, baskı ve şiddet politikaları var. Örneğin; İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesine karşı çıkmak isteyen kadınlar polisin şiddetiyle karşılaşıyor. Sosyal medyayı özgürce kullanmak isteyen insanlar bir twet ile cezaevine girme korkusu yaşıyor. Yani sosyal medyadan, sokağa çıkan kadınlardan ürken bir hükümet var. Bugün Türkiye’de yasalar uygulanmıyor. Yasalar tam tersine işletiliyor. İnsanlar bütün bu süreçleri gözlerinin önünden geçirmeli. O dönem yaşananlar ile bu dönem yaşananları analiz etmeli ki barış süreci ile bu süreç arasında yaşananları ancak bu şekilde ortaya koyabiliriz.
Bu çerçevede Türkiye toplumunun bir barışa ihtiyacı var diyebilir miyiz?
Evet, Türkiye toplumunun gerçek bir barışa, gerçek bir demokrasiye ihtiyacı var. Bu da barış ve demokrasi isteyenlerin bu haksızlığın bitmesi için bir araya gelip birlikte mücadele etmeli. HDP bunun için var. HDP bu anlamda öncüdür. Demokrasi İttifakı’nın öncüsüdür ve Demokrasi İttifakı içerisinde gelecek olan her partiye de kapısı açıktır. Biz bu süreci kongre sürecimizle başlattık. Şubat’ta yaptığımız son kongremizde yeni bir çıkış yaratacağımızı, Türkiye toplumuna nefes aldıracağımızı ve Demokrasi İttifakı’nı başlatacağımızı ifade etmiştik. Özgürlük, barış ve demokrasiye olan inanç üzerinden bunu ifade etmiştik. 1 Haziran’daki tutum belgemiz aslında kongremizin mesajlarının bir gereğiydi. Biz onu yerine getirdik. Bu süreç ileriki günlerde devam edecek bir süreçtir. Ta ki başarı elde edilene, demokrasi, barış ve özgürlükler bu ülkeye gelene kadar bu mücadele devam edecek.
Dış siyasette gelecek olursak, Doğu Akdeniz ve Ege’de yaşanan son gelişmeler iktidarın dış siyasette de sıkıştığını gösteriyor. Türkiye’nin dış politikasını ve yaşanan bu çıkmazı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başından beri Türkiye’nin dış politikasına karşı çıkan bir partiyiz. Hiçbir zaman Türkiye dış politikada başarılı olan bir ülke değil. Türkiye bütün ülkelerle sorunları olan ve bütün ülkelerle çıkarlar doğrultusunda temasları olan bir ülke haline geldi. Bunu da elbette ki AKP hükümeti yaptı, Cumhurbaşkanı yaptı. Dış politikadaki yanlışların Türkiye toplumunu ciddi bir şekilde etkilediğini düşünüyorum. Çünkü her yanlış Türkiye toplumuna bir mağduriyet yarattı. Bugün ekonomideki bütün bu krizlerin sebebi dış politikada yapılan yanlışlar olduğunu ifade etmek istiyorum. Oysa bizler bütün sorunlarda diyalog ve müzakerenin önemine hep dikkat çektik. Fakat AKP bu yöntemi hiçbir zaman kullanmadı. Hep çatışmacı, karşı çıkan, askeri sevkiyatlar yapan, tezkerelerle Meclis’ten onaylar çıkaran, Libya’ya, Rojava’ya, Efrin’e giren politikalar izledi. Bütün bu meselelerde hep yanlış yapıldı. Oysa bütün bu meseleleri barış ekseni üzerinden müzakere yoluyla çözme yolu her zaman vardı. Bugün gelinen noktada Türkiye’nin dış politikada doğru bir yolda olmadığını gösteriyor. Özellikle Suriye meselesi çok yakıcı bir meseledir. Pandemi sürecinde bile bu kadar asker sevkiyatının yapılması, Kobanê hattı üzerinden askeri bir operasyonla işgal etmeye çalışan yöntemin yanlış olduğunu bir kez daha ifade etmek istiyorum. Türkiye Ortadoğu’da önemli bir ülkedir. Fakat yaptığı yanlışlar nedeniyle selam vereceği bir ülke kalmadı. Çünkü bütün ülkelerin kapıları Türkiye’ye kapanmış durumdadır. Dikkat edersiniz Suriye meselesi üzerinden bütün ülkeler Türkiye’ye yaptığının yanlış olduğunu söylemesine rağmen Türkiye bu konuda çok ısrarcı oldu. Efrin başta olmak üzere gittiği bütün yerlerde kimseyi dinlemeyen başına buyruk ama yaptığı yanlışı fark edemeyecek kadar da siyasetten yoksun bir ülke haline geldi. Oysa HDP’nin başından beri söylediği ve çizdiği yol Türkiye’nin geleceği açısından, barışı açısından, Ortadoğu’daki yeri açısından önemliydi. Fakat bunu ne yazık ki dikkate almayan bir anlayışla karşı karşıyayız.
Son olarak Türkiye toplumuna ve muhalefet partilerine yönelik bir çağrınız var mı?
Türkiye’nin barış ve demokrasiye ne kadar ihtiyacı olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla tüm muhalefet partilerine, demokratik kitle örgütlerine, sivil toplum örgütlerine, kadınlara, gençlere Demokrasi İttifakı içerisinde bir an önce buluşmanın ve hayata geçirmenin çağrısını bir kez daha yapmak istiyorum. Buna ihtiyacımız var. Türkiye ve Türkiye halklarının buna ihtiyacı var. Demokrasiyi yerleştirmek zorundayız. Bu süreçten sadece Kürtler ve HDP zarar görmüyor, Türkiye toplumu bir bütün olarak etkileniyor. Karadeniz’deki Laz da, Ege’deki Yörük de, Ermeniler de, kadınlar da, gençler de, bütün Türkiye toplumu etkileniyor. O zaman çıkış yolu nedir? Çıkış yolu, birlikte güçlü bir şekilde yürümektir. Bu yolu hep birlikte yürüyelim ki ülkemiz barışa kavuşsun.
Kaynak: MA
CATEGORIES
TAGS
Share This