KÜRKÇÜ: Bu bir Kürtsüzleştirme operasyonudur

KÜRKÇÜ: Bu bir Kürtsüzleştirme operasyonudur

HDP Onursal Başkanı ve 68 kuşağının önemli isimlerinden Ertuğrul Kürkçü, Rojava’ya yönelik işgal girişimi, Türkiye’deki son siyasal gelişmeler ve Avrupa’ya yapılan siyasal göç üzerine kapsamlı değerlendirmeler yaptı. Özellikle Rojava’ya işgal girişimine değinen Kürkçü, olası bir işgalin amacının bir ‘Kürtsüzleştirme hareketi’ olarak niteleyerek, Türkiye’nin Rojava’da Selefi Kuşak oluşturmak istediğine dikkat çekti. Kürkçü, Rojava’ya yönelik işgal girişimine karşı tüm kesimlerin savaş karşıtı bir cephede buluşması gerektiğine işaret etti. Bir dizi toplantıya katılmak amacıyla İngiltere’de bulunan Kürkçü gazetemiz Telgraf’ın sorularını yanıtladı.

 

 

Haber: Hikmet Erden

 

Gündemin en sıcak konusu olan Türk devletinin Rojava’ya yönelik işgal girişimi ile başlamak istiyorum. Türk devletinin bu girişimlerini ve Kuzey-Doğu Suriye’ye yönelik saldırgan tutumunu ‘nasıl’ değerlendiriyorsunuz?

Genel gidişat ve ana eğilim Türkiye’nin bu harekatın gerisinde bir konsensüs sağladığını gösteriyor.. Silahlı kuvvetlerin bütün hazırlıkları bu yönde ve esasen bugün Rojava ile Türkiye arasındaki sınır bölgesinde derin alanı Kürtsüzleştirme ve orada nüfus mühendisliği ile çok derin, uzun ve kalıcı etkileri olacak bir plan ile hareket ettiklerini düşünüyorum. Bunu hafife almak aslında Türkiye’nin Kürt meselesine bakışını hafife almak demektir. Türkiye Kürt meselesini birkaç barışçıl çözümü denemesinden sonra asla çözülemez bir mesele haline getirmeye karar vermiştir. Fakat bununla sınırlı kalınmayarak tüm parçalara yayılmış bir işgal harekatı var.

Yalnızca Rojava’ya yönelik bir işgal harekatı değil o zaman?

Evet dikkat edin Kürt bölgelerindeki Türk askeri varlığı giderek derinleşiyor. Güney’de Duhok’tan Hewler’e  oradan Süleymaniye’ye doğru taşan bir askeri yayılma var. Rojava’da Cerablus ve Afrin’den sonra şimdi Kuzeydoğu Suriye yani Kobani ve Cizire bölgesine doğru bir nüfus operasyonuna girişiyor. Erdoğan’ın BM kürsüsünden gösterdiği haritaya baktığımız zaman niyetin vahametini görüyoruz. Görünen o ki Türkiye Kürdistan’ın organik parçası olan bu alandaki yerleşimleri Kürtsüzleştirme amacıyla  bir askeri hareketa girişecektir. Bu bir yandan Kürtlerin silahlı güçlerini imha ve bertaraf etmek öte taraftan da Kürt nüfusu yerinden etmek amacıyla yapılan bir operasyondur.

Türk devleti Kuzey-Doğu Suriye’de demografiyi değiştirme ve etnik bir temizlik yapmayı mı amaçlıyor?

Bu operasyon gerçekleşirse son derece kanlı, yıkıcı, ve sivil halka yani kadın ve çocuklara yönelik büyük bir saldırı gerçekleşecek. Bunların süpürüleceği ve yerlerine Türkiye’ye ithal edilmiş bulunan Suriyeli Arap ve Selefi nüfustan oluşan bir Selefi Kuşağı’nın monte edileceğini görüyoruz. Aslında bu Selefi Kuşak ile Türkiye, İŞİD ve El Kaide ile Suriye sınırları içerisinde bir tür su geçirmez duvarlar oluşturacak ama orada da onları Kürtlere karşı kalkan olarak kullanacak bir Selefi Kuşak oluşturmayı hedefliyor. Planın her bir unsuru aslında insanlığın suç saydığı şeylerden oluşuyor. Bir halkın kendi kaderini tayin hakkını ret etmek, kadınlar ve çocuklar ile muhalif olmayan nüfusa karşı zor kullanmak ve bir halkı yaşam alanlarından söküp atarak jenosid uygulamak.  Bunun karşısında BM Güvenlik Konseyi’nin 2 daimi üyesinden Rusya Türkiye’nin arkasına geçiyor ve ABD Türkiye’nin önünden çekiliyor. Bu Kürtleri imha yolunda Türkiye’ye açılmış bir muazzam bir kredidir. İnsanın düşündükçe iliklerini donduruyor.

Bu kanlı bir yüzyıl daha başlatmaz mı?

Başlatır tabii. Ben bunu göze aldıklarını düşünüyorum. Türkiye bu mesele de İsrail’i model alıyor. Tayyip Erdoğan BM’de aslında Israil’in Filistin topraklarını işgal ve insansızlaştırma ve işgal ettiği bütün bölgelerde yeniden iskan siyasetini anlattı. Bu gelecek hükümetleri de bağlayacak kadar derine giden bir plandır.

Sizce gerçekleşir mi?

Gerçekleşir mi gerçekleşmez mi bu mücadeleye bağlıdır. Mutlaka gerçekleşeceğini söylersem kendime, tarihe ve mücadeleye haksızlık etmiş olurum. Fakat mücadelenin Türkiye’nin son derece avantajlı olacağı koşullarda yürüyeceğini görüyoruz. Dediğim gibi Amerika ve Rusya Türkiye’nin önünü açtılar. Suriye daha sonra kendisinin karşı karşıya kalacağı işi Türklerin halledecek olmasından o kadar şikayetçi değil. Suriye kağıt üzerinde protestolar ile yetinecek. Daha sonrada Rusya ve İran ile Türkiye’yle anlaşarak Türkiye’yi buradan çıkarabilirler diye bakıyor. Yani kendi toprağını Afrin’de nasıl savunmadı ise burada da savunmayacak. Tabii hava harekatı olup olmayacağı burada belirleyici rol oynayacak. Şimdi  eğer bu plan gerçekleşirse bunun en önemli sonucu Kuzey ve Rojava Kürdistan arasında sadece coğrafi ve siyasi değil toplumsal ve ekonomik bir başka set  oluşması. İşte burada Selefi Kuşak, Güney ile Kuzey arasında Güney Kürdistan yönetimi arasında yapılan anlaşmalar ve ticari çıkarlar kuşağı ve İran’da İran devletinin oluşturduğu kuşak olacak. Böyle baktığımızda bir bütün olarak Türkiye Kuzeydeki meseleyi çözebilmek için diğer bütün parçaları Kuzeyden izole eden ve çok uzun  vadeli strateji izledi ve attığı her bir adımın bunu gerçekleştirmeye yardımcı olmasını gözetti. Bu açıdan baktığımızda bizi yüzyıllık bir mücadeleye davet eden bir TC stratejisi ile karşı karşıyayız.

Selefi bir kuşak oluşturulmak isteniyor. Türkiye’deki seküler kesimler bunu sorun olarak görmüyor mu? Ve Özellikle ana muhalefet partisi CHP’nin bu konuya yaklaşımı sorunlu bir yaklaşım değil mi?

Seküler dediğimiz kesim millet ile devlet arasında binamazdır. Dolayısıyla “devlet çıkarı”, “vatanın bölünmezligi” dendiğinde genellikle kıblesini şaşıran bir güçtür. Tabii burada HDP’nin onlara dönük açıklama, aydınlatma, örgütleme ve demokrasi için ittifak çabaları sürecektir. Fakat burada sekülerizm tek başına yetmiyor. Yani Türkiye’yi Kürtlerle birlikte yeniden kurma planına sahip olmayan herkeste bu hamle bir tereddüt kaynağıdır. Türkiye’de üç  demokratik blok var. Aleviler, Kürtler ve Türkiye işçi sınıfı ve solu, bu üç güç bir arada hareket ettiği taktirde gericiliğin kuvvetlerini dengeleyebilir.  Şu an bu harekat karşısında yeterince zihni açık olduğunu düşünmüyorum CHP’nin. Afrin harekatı sırasında bunu gördük. Susmayı tercih ettiler. Bence savaşa karşı bir cephe bu cenahı yanına çekerse -zaten mücadele dediğimiz odur: Yani sessizlerin sesini çıkartmasını sağlamak, savaş naraları atanların susmasını sağlamak- bu mücadeleyi önümüzdeki günler, haftalar içerisinde toparlayabilirsek belkide istilayı caydırabiliriz.

Son 3 yıldır Türkiye içerisinde de soluk aldırmayan bir baskı mekanizması var. Kayyumlar bunun son örneği. Tam olarak AKP nasıl bir yol izliyor, amacı nedir?

Rojava saldırısı kayyum meselesini ikinci plana itti. Birinci mesele Erdoğan için zaten gündemi değiştirmekti. Şu anda Erdoğan bunu yapıyor. Savaş sahnesinin içine alınca bütün ülkeyi, savaş ve silahlı kuvvetlerin Türkiye dışındaki faaliyeti ve ordunun esenliği toplumun birincil meselesi haline geliyor. İkincisi bununla beraber bir milliyetçi dalga alevleniyor. Bu da ‘söz konusu vatansa gerisi teferruattir’ zihniyetine kuvvet veriyor. Bizim için en önemli mesele önümüzdeki zamanı doğru değerlendirmek.

Mücadele deneyiminiz nasıl bir yol ön görüyor?

Halkın itirazı dışında güçlü bir dinamik yok. Sonuçta bu savaşın gereksizliği ve yararsızlığı konusunda bir aydınlanma çabası olmalı, ikincisi sivil ittiatsizlik ve üçüncüsü çocukları askerde ve asker yaşında olan ailelerin sorumluluk üstlenmesini sağlamak. Bu sadece Kürtlerin tek başına halledebileceği bir mesele değil.  Cezayir savaşının sadece Cezayirli Araplar değil Fransa işçi sınıfının, barış hareketinin, komünistlerin mücadelesiyle emperyalizmin aleyhine sonuçlandığı tecrübesini akılda tutalım. Vietnam savaşı da öyle. Vietnam halkı kahramanca direniş gösterdi ama Amerikan halkı ve aydınlarının savaşa sVietnam halkı kahramanca direniş gösterdi ama Amerikan halkı ve aydınlarının savaşa karşı gösterdikleri büyük çaba onları durdurdu. Bizim savaşa karşı cepheyi örmemiz gerekiyor. Barış arzusu Türkiye’de boy vermiş değil. Bunu ayağı kaldırmamız gerekiyor. İstanbul seçimlerinin yeni bir süreç başlatacağı ve AKP’nin çöküş sürecine gireceği ifade ediliyordu. Mesele Kürtler olunca sanki durum tam da böyle değil. İstanbul Belediyesi için oy vermekle Kürdistan’ın özgürlüğü için savaşmanın apayrı şeyler olduğunu apayrı motivasyon kaynakları olduğunu söyleyebilirim. Böyle olduğu için şimdi bütün mesele bunun bir ‘milli’ mesele olmadığını toplumun radikal demokratik kesimlerine  anlatmak. Çünkü bu tür zamanlarda şöyle oluyor; hep bir gri bölge var toplumda. İki kampın arasında kalan. Bu gri bölge kısa vadede bu kesimleri süpürüyor. Bunun önünü kapatmak önemli olan. Savaş karşıtı bir cephe oluşturmak gerekli. İstanbul seçimleri için oluşmuş olan blokun otomatik olarak bu işlevi görmesini isterim. Ama görmeyebilir. O yüzden bizim dönüp bunu savaş aleyhtarı bir cephe olarak yeniden örmemiz lazım. 

Bu politikalar Türkiye ekonomisini de ciddi bir şekilde geriletiyor, yoksulluğu arttırıyor. Bu bir öfke patlamasına yol açar mı?

Tarihen şunu hep söyleriz  ‘Ya devrim savaşı önler yada savaş devrimi getirir’. Şu halde felsefi ve mantıkî olarak bu ihtimal var. Fakat otomatik olarak kendiliğinden işleyen süreçler degil bunlar. Bu doğru siyaset gerektiriyor. Hepsinden önemlisi bence sosyal demokratlarin doğru yerde durmasıyla ilgilidir. Sosyalistler ve Kürtler yerlerinde duruyor. Simdi bütün mesele sosyal demokratların yerinde durup durmayacağı. Kavganın bunun etrafında örüleceğini görüyorum. Kılıçdaroğlu’nun tezkere karşısındaki tavrı muazzam bir geri adım oldu. Oysa, bu savaş siyaseti politika sürdürülemez bir şey. Erdoğan ve avanesi için önemli olan bu bir iki yılı kurtarmaları. Onlar şimdi şunu ölçecekler; Bu harekattan sonra siyasi desteğimiz nedir? Bir puan artmışsa doğru olduğuna inanarak abanacaklar. Siyaseten çıldırmış bir ekiple karşı karşıya olduğumuzu aklımızda tutmamız lazım. Türkiye şu anda devletin rasyonel düşündüğü bir dönemde değil. Rasyonel düşünse zaten  çözüm perspektifini benimserdi.

Savaş karşıtı cephe barış için İmralı tecritine karşı iç içe bir mücadele mi yürütmeli? Kürtlerin de kırmızı çizgisi ‘Öcalan.’

Tecrit var tecrit yok dediğimiz şey esasen Öcalan’ın devrede olup olmadığıyla ilgilidir. Öcalan tecridi kırılınca savaşın ciddi bir ihtimal olduğunu söyledi ve birkaç görüşmede olacakları haber verdi. ‘Bunların hassasiyetlerine anlayış gösterelim’ derken ‘niyetleri kötü tedbirlerinizi ona göre alın’ diyordu. Ne kadar tedbir alındı kim tedbir aldı almadı bunları bilmiyorum ama Türkiye’de Öcalan’ın bu uyarılarının yeterince doğru okunmadığını düşünüyorum. 

Öcalan’ın İmralı’dan sıkışık bir durumu haber verdiği ortada olmasına rağmen sanki bir barış ve uzlaşma dönemine giriliyormuş gibi mütaala edildi ve bir sürü vakit kaybedildi.

Öcalan her zaman çok önemli. Hükümet de o nedenle yerel seçimlerde HDP’nin siyasetini mümkün mertebe tereddüte sokmak için Öcalan’ın mesajlarını manipüle etmeye çalıştı. HDP’nin bu mesajları tercüme etmeyi başardığını görüp İstanbul seçimlerini de kaybedince kapıya kilidi vurdu yeniden. Şu an Öcalan’la görüşülemiyor. Öcalan’ın söz alması daima yeni bir diyalog anlamına gelir. Savaş karşıtı cephenin Öcalan ile görüşme talep etmesi hem hukukidir ama daha önemlisi siyaseten elzemdir. Hükümet ise 2013-15 yılları arasında olduğu gibi Öcalan’ın toplumla diyaloglarının Kürtlere, demokratlara, sosyalistlere ve Türkiye’nin değişiminden yana olan güçlere yardımcı olduğunu görerek yeniden bu diyalogu kapatma yolunu seçti.

Türk devleti yeni bir diyalog geliştirir mi?

Ben problemlerimizin çözümünün artık hükümet değişikliği veya hükümet taktiklerinin değişikliğiyle değil hükümet ve devletin kaynaştığı bu rejimin kendisinin değişmesiyle ilgili olduğunu söyleyebilirim. Bu rejim böyle devam ettiği, etrafında bu blokun oluşturduğu ve devletin bütün güçlerinin tek elde toplayarak bütünsel bir despotluk halinde yürümesini sağladığı sürece devletin içinden bir çıkış yolu aramak beyhude olacaktır. Bu açıdan rejim değişikliğini gündeme getirmek. Hem CHP’nin bu rejimle diyalog arayışından uzaklaşmasını sağlamamız hem de Öcalan’ın haber vermiş olduğu gerçeklere uygun olarak yeniden konumlanmamız gerekiyor. Tayyip Erdoğan için siyaseten ‘zayıflamak’ ‘ölüm’ demektir. O ‘Şimdiki sonuçlar demokrasi gereği bizim iktidardan geri çekilmemizi icap ettiriyor. Muhalefette çekiliriz’ diyemez. Erdoğan’ın muazzam bir suç dosyası var. Onun için kaybetmek, statüsünü kaybetmek, kudretini ve özgürlüğünü kaybetmek demektir. Erdoğan bu nedenle kimseye soluk aldırmayacaktır. Bu çok net. ‘Beklentiye kapılma mücadele et’

Erdoğan’dan ‘demokratik açılım’ bekleyenler var hala?

Kim böyle bir beklenti ihtimalinin varlığına inanmışsa ‘hayal’ görmüş demektir. Böyle insanlara hayretle bakıyorum. Önümüzde genel bir tablo var. Evet bir arkadaşımız hukuken yatması gerekmeyen bir cezadan dolayı cezaevinden çıkıyor. Ama aynı gün yüzlerce HDP’li cezaevine dolduruluyor. Yani HDP’yi çökertme operasyonu devam ediyor. Diktatörlük inşası bütün hızıyla devam ediyor. Yani mesele burada sağcı hükümet meselesi değil, ’diktatörlük inşası’ meselesidir. “Garp cephesinde yeni bir şey yok”. Bu tür ayrıntılar bizi mücadelenin tabiatını kavramaktan uzaklaştırmamalıdır. Kısacası mücadale ‘diktatörlük inşasına karşı koymak ve demokrasi mücadelesini kazanmaktır. Beklentiye değil mücadeleye ihtiyaç var.

Bu son dönemde Avrupa’ya göç etmek zorunda kalan çok sayıda aydın ve siyasetçi bu süreçte nasıl bir rol oynayabilir?

Birincisi örgütlü bir göç yoksa yada göçün kendisi örgütlü mücadelenin bir devamı değilse bu koşullarda göçün kendi başına bir imkan olması söz konusu değildir. Bir sıkıntı haline bile gelebilir. Kastım şu: Siz Türkiye’de iken bir profesörsünüz veya bir belediye başkanı. Ama burada ne bir diplomat ne de bir belediye başkanı ne de bir akademisyenisiniz. O yüzden tek başına kalan bir göçmen bir mana ifade etmez. Bence siyasi göçün en önemli meselesi Türkiye gündemi bakımından göç edilen ülkelerin gerçekliğine tercüme edilecek bir devamlı görev ortaya çıkarmaktır. Burada işleyen bir mekanizma var kısmen. Ama onun ötesinde buraya gelenlerin Türkiye’de hitap ettikleri bir kitle var. Bu bağlamda Türkiye’den tamamen kopmuş ve anlamlarından uzaklaşmış değiller. Soru şu : Bu tek tek güzel ve eğitilmiş seslerden bir orkestra oluşturulabilir mi? Oluşabilir. Burada yirmi otuz yıldır kalmakta olanların bir davranış kalıpları ve örgütleri var. Fakat şimdi Türkiye’den gelenler özellikle hem siyasi hem diplomatik hem de bilimsel kapasite açısındanTürkiye’nin nispeten daha iyi eğitilmiş, daha işlevli tabakalarından geliyorlar. Bu zihin göçünü esasen Avrupa kurumları ve toplumsal ve politik çevreleri nezdinde yeni bir alternatif Türkiye ve Kürdistan algısı oluşturmak için değerlendirmek mümkün. Halklar açısından düşünüldüğünde aslında mücadele halinde olan halkların birbiri ile ilişkisi var. Dolayısıyla gelecek Türkiye’nin bu insanlar tarafından kurulacağını partiden partiye sendikadan sendikaya dernekten derneğe taşıyan bir dinamizm oluşturulabilir. Örneğin HDP Britanya’nın kendi politik kadrolarıyla siyasi göçmenlerini buluşturabilir. Örneğin İngiltere’de Türkiye’de yükselen faşizmin Avrupa için teşkil ettiği tehlikeler ve risklerin Boris Johnson’ın teşkil ettiği tehlikenin bir varyantı olduğu, Borris Johnson ile Tayyip Erdoğan’ın aslında aynı kampın insanları olduğunu İngiltere İşçi Sınıfı’nın bilmesi Türkiye’deki ve Kürdistan’daki mücadeleye bakışını olumlu yönde değiştirebilir. 

Peki son olarak İngiltere izlenimlerinizi paylaşabilir misiniz?

Gerek İrlandalılar gerek İskoç ve Gallerliler olsun yani Britanya’nın tabi halkları en azından öncü kurumları itibari ile Kürdistan ve Türkiye’deki özgürlük mücadelesine tutarlı bir bakış açısına sahipler. Bu çok sevinç verici. Burada Kürt mücadelesine nispeten ön yargısız bakabilen bir toplum var. Bu açıdan daha az bölünmüş bir toplum var. Bunun biraz daha ortak hareket etmesin ve inisiyatif almasını beklerim.

CATEGORIES
TAGS
Share This